31.05.2007

Evreni Anlama Çabası ve Thales

Evreni Anlama Çabası ve Thales

Felsefe. Bilgelik sevdası. Çoğunun hayrete düşmeden ve sorgulamadan kabul ettiği evreni anlama çabası nedeniyle çoğunun hayret dolu bakışlarına maruz kalmak. Milattan önce 6. yüzyılın başlarında, Thales isminde bir adam yaşadığımız evrende etrafına bakarak her şeyin su olduğuna karar verdi (Shields, C. Classical Philosophy, Londra). Evrenin ve doğa olaylarının Yunan tanrılarının duygu ve hareketleri ile açıklanmaya çalıştığı bir efsane ortamında, bununla yetinemeyerek, dogmalara karşı direnerek gerçekliği aramaya çalışan birinin hikâyesidir Thales’in hikâyesi. Bu hikâye biraz da felsefenin ve pozitif bilimlerinin hikâyesi ya da hikâyesinin başlangıcıdır çünkü Thales’in çabası evreni mitolojiden bağımsız olarak, evreni evren olarak anlama çabası, doğayı doğaüstü güçlerle açıklamaktan çok gerçekliğini keşfetme mücadelesidir. Ne derece başarılı olunmuştur bu mücadele de ya da ne kadar yol kat edilmiştir belki bilinemez ama Thales insanlığın rasyonel tarihinde en azından büyük bir ivmedir.

Burnet, Early Greek Philosophy adlı eserinde Aristoteles’in Thales hakkında yazdıklarını üç temel önermeye indirgeyebileceğimizi söyler:

1. Dünya su üzerinde yüzer

2. Su her şeyin maddesel özüdür

3. Her şey tanrılarla doludur ve manyetizma canlıdır

İlk önermenin Babil ve Mısır kozmolojileri ile benzerliği yadsınamasa da Burnet, Tannery’nin bu önermenin sadece bir tekrarlama olduğu görüşüne katılmaz. Çünkü Milet Okulu eski fikirlerin toparlanmasından daha fazla bir şeydir, bir gelenek, bir akım bir başlangıçtır ve bu okulun kurucusu olarak anılan Thales’in bir adım daha öteye gitmediğini söylemek adil olamaz. Ayrıca bir savlamaya göre Thales bu fikri tahtanın su tarafından kaldırılmasını gözlemleyerek edinmiş olabilir, tahta ve dünya arasında bir analoji kurmuş olabilir (Internet Encyclopedia of Philosophy). Esasen Thales’in Mısır piramitlerini incelerken oluşturduğu geometrisini nasıl salt eski bir görüşün tekrarı veya başka bir coğrafyaya aktarılması olarak değerlendirmiyorsak, kozmoloji hakkındaki görüşlerinin de evreni söylenceler ile açıklamaya çalışan eski kozmolojilerin yalnızca yeniden ifade edilmesi olarak almamız pek mantıklı değilmiş gibi gözükmektedir.

İkinci önermenin aslında Thales’in felsefece anılmasının asıl nedeni olduğu söylenebilir. Thales, bilgeliğinden veya pratik zekâsından dolayı değil düşünce adına yeni bir alan açtığı için haklı olarak ilk filozof unvanını kazanmıştır ( Stumpf, S.E. Philosophy History and Problems, 1977). Su varolan her şeyin özünde yatan temel özdür demek dünyadaki çokluğu birlikle açıklamaya çalışmak demektir ve arkhe kavramını ortaya atmak arkheye su demekten daha önemlidir. ‘Neyin var olduğu’ sorusunu yanıtlamanın en önemli yolu, onun gözünde birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu biçimde ifade edebilmekten geçmiştir. O, buna göre, gözle görünen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun çokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin olduğuna inanmıştır ( Cevizci, A, Felsefe Sözlüğü, İstanbul). Burnet da Thales’in dünyanın neden yapıldığını ilk defa sorgulamış olduğunun özellikle altını çizer.

Thales’in arkheyi nasıl su olarak belirlediği, suya ulaşırken hangi süreçlerden geçtiğini bilemiyoruz ama dünyanın doğasını su olarak belirlemesi mitolojik ve söylencesel Yunan doğayı açıklama geleneğine ters düştüğü açıktır. Shields, Thales’in bu düşüncesiyle Homeros’un çizdiği tabloyu ve doğaüstü uslamlamaları reddettiğini öne sürer. Öncelikle su fiziksel bir nesnedir ve tüm doğanın sudan oluşup yine suya dönüşmesi Thales’i ister istemez materyalist bir çerçeveye sokar. Ayrıca çoklukta biri araması yönüyle de monist - birci olarak değerlendirilebilir. Bu durumda Shields, Thales’i monist materyalist olarak değerlendirmektedir. Elbette bu kavramlar ne Thales ne de ardıllarınca bilinen ve kullanılan kavramlar değildir ki Thales’i böylesine geniş anlamları olan ve çoğu kez Yunan Felsefesini tam olarak karşıla(ya)mayan kavramların eşliğinde anlamaya çalışmanın yanlış olduğu düşünülebilirse de, bugünün gözüyle Thales’i anlamamıza yardımcı olabilirler. Öte yandan antik Yunandaki hiçbir filozofun modern felsefe kavramları ile tam olarak anlaşılması mümkün değildir, çünkü bu kavramların ortaya çıktığı toplumlar ile antik Yunan toplumu arasında derin sosyokültürel ve psikolojik farklar vardır.

Her şeyin tanrılarla dolu olması önermesini anlamak biraz da bu farkı anlamak, Thales’i yaşadığı dönem içinde değerlendirmektir. Thales her şeyin esrarengiz, canlı güçlerle dolu olduğuna inanmaktadır; mıknatısın demiri çekmesi olgusundan hareket etmekte, bu olguyu genelleştirerek bütün varlıkların içine yerleştirmektedir (Arslan, A. İlkçağ Felsefe Tarihi, 2006). Stumpf, Thales’in bu önermesini mıknatısın ve benzer nesnelerin hareketlerini açıklamak için kullandığını söyler ve bunun teolojik bir önerme olmadığını belirtir. Arslan ayrıca Thales’in kullandığı tanrı kavramının eski yunan tanrılarından kesinlikle farklı olduğunu vurgular. Her şeyin tanrılarla dolu olması panteist bir yaklaşım olarakta değerlendirilebilir ama elbette bu değerlendirme de literatürdeki panteizm gibi anlaşılmamalıdır. Ayrıca Thales bu önermesini ne amaçla söylemiş olursa olsun, dünyanın arkhesinin su olduğunu iddia etmesiyle mistik olmayan bir zeminden konuşmuş olmaktadır.

Sonuç olarak Thales ilk defa rasyonaliteyi mitolojiden soyutlamaya çalışmış ve bir bakıma da başarılı olmuştur. Arkhe sorgulaması ardından diğer Milet Okulu filozoflarınca yapılmış ve felsefe tarihinde ilk kez bir - çok problemi gündeme gelmiştir. Felsefe ve pozitif bilimlerin birbirinden ayrılamadığı o dönemlerde; Thales çalışmalarını sadece bu dünyayı anlamak adına yapmıştır diyebiliriz. Günümüzde neredeyse tüm bilimsel çalışmaların devlet veya özel kuruluşların fonlarınca finans edildiği ve dolayısıyla bilimsel hedeflerin de bu çevrelerin isteği doğrultusunda belirlendiği düşünüldüğünde Thales’in felsefece anlamlı ve belki de yegâne olan salt bilme tutkusu net bir şekilde anlaşılamayabilir. Yine de bu tutkuyu, bu çabayı anlamaya çabalayan bir avuç bilim insanının, felsefecinin, filozofun bu unvanları en az Thales kadar hak ettikleri, biraz felsefenin doğası gereği biraz da sezgisel olarak söylenebilir.

KAYNAKÇA:

1. Burnett, J. Early Greek Philosophy, London, A. and C. Black, 1892

2. Shields, C. Classical philosophy : a contemporary introduction, London, Routledge, 2003

3. Arslan, A. İlkçağ felsefe tarihi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi; 2006.

4. Cevizci, A. Felsefe sözlüğü, İstanbul: Paradigma, 2005.

5. Stumpf, S.E. Philosophy: history and problems, New York, McGraw-Hill 1971.

6. http://www.iep.utm.edu/t/thales.htm#SH8a


Sinan Şencan


sinansencan@gmail.com

23.05.2007

South San Gabriel - Welcome Convalescence


Hüzün o kadar yoğun olduğunda ne kadar da mutluluğa benziyor.

Bir kaç sene önce, büyük bir şehir de geçirdiğim oldukça zor bir yıldan sonra, tekrar kendi küçük deniz kenarı şehrime, annemin yanına dönmüştüm. Yorgundum. Hayatımda olmadığım kadar yorgun hissediyordum kendimi. Yaralanmıştım. Her yönden yaralanmıştım. Dinlenmeye ihtiyacım vardı. Mutsuz değildim ama mutlu olamayacak kadar da tükenmiştim. Kulağımda müzikle devamlı turlar atıyordum sahilde.

Bir gün, hava kapalıyken, o ağır yağmur havasında, akşamdan indirdiğim müziklerden biri gözüme çarptı, iyice eskiyip, terkedilmiş bir iskelenin üzerinde oturup denizi izlerken, o albümün ilk notaları çalmaya başladı-ki kendi bestesi değildi Will Johnson'ın, bir alışveriş merkezinde çalan bir kemancının kaydıydı-.

Sizi ağlatan müzikler vardır. Çok nadirdirler. Yaşlandıkça da, daha fazla müzik dinledikçe de azalırlar sayı olarak. En büyük etkiyi de ilk dinlediğinizde yaparlar. Ve o ilk anı, sonsuza dek aklınıza kazınır. Welcome, Convalescence (Hoşgeldin, Nekahat) başlayınca, bütün yorgunluğunu hissettim üzerimde geçirdiğim günlerin ve o anda iyileşme dönemim de başladı. Uzun süre benimle kaldı bu albüm, şarkılar ağır ve hüzünlü olsa da bir tezat yok ismiyle. Bunlar gerçekten de iyileşme dönemi şarkıları.

Bir arkadaşıma dinlettiğimde, hiç böyle bir grup dinlemediğini söylemişti bana -ki kendisi country, indie ve türevlerini hakkında bilgiliydi-. Ama South San Gabriel, alt-countrye büyük yenilikler getirmiyor, ne de soundları çok ilginç. Will Johnson'ın törpülü sesi de duyulmamış şey değil. Fakat SSG'yi farklı kılan o yoğun kendine özgülükleri (beklenmedik yerlerde ortaya çıkan lo-fi elektronik ritmler, upuzun, ağır akan şarkı yapıları ve karanlık şarkı sözleri ve özellikle de Will'in içten, duygusal sesi) ve bence albümün, o nadir görülen, kalp ağrısını müthiş iyi anlatan albümlerden biri olması.

Will Johnson'ın Centro-Matic albümlerinde ki klasik countrynin aksine daha deneysel bir yapısı var South San Gabriel'in ve daha karanlık. "Hataya düşme, seni mutlulukla ateşe verecek olan bizleriz" diyerek başlıyor albüm ve az çok aynı minvalde ilerliyor. Kalp kırıklıkları, hoşçakallar, sınırlar,zehirler,kızgınlık,kaçışlar...

Ve hala ayırt edemiyorum bu albümde hüzün nerede bitiyor ve mutluluk tekrar başlıyor. Alttan alta bir ışık duyma eğilimindeyim bu albümü dinlerken. Sanki o kadar mutsuzluktan sonra, daha ileri gidilemezmiş gibi, geri kalan tek şey tekrar yükselmek, iyileşmekmiş gibi geliyor bana. Albüm kapağinda ki yaralı ayı gibi, yaralar kapanmış, iyileşmeye hazır ama verilen savaşın yorgun mutsuzluğu da hala görülüyor yüzünde. Kaybedilmiş şeylere dair bir albüm bu ve o kaybedilen şeylerin yerine yenilerinin gelmeye başladığı zamanlara dair bir albüm.


22.05.2007

Çıplak

Petek Kızılelma

ptkzllm@gmail.com

Meri

Petek Kızılelma

ptkzllm@gmail.com

18.05.2007

Tony Soprano'nun Ölüm Deneyimi





Tony Soprano, Godfather’ı izlemiş herhangi biri için uzaktan da olsa tanıdık bir karakter. İtalyan mafyasının New Jersey kolunun “elebaşısı”. Ama Godfather’ın mafya portrelerinden farkı Sopranos karakterlerinin, onların gençken Godfather izlemiş olması ve 90'ların, sonraları 2000'lerin çok daha karmaşık ve yorucu sorunlarıyla boğuşması. Tony, sürekli özendiği ama ulaşamadığı o eski amerikan filmi tiplerindeki sessiz ve sert erkek tipini kendi çete arkadaşlarının arasında oynamak zorunda ama aslında devamlı bir anksiyete halinde işiyle ve ailesiyle ilgili olarak. Hiç bir zaman memnun edemediği annesi, ergenlik sorunlarıyla boğuşan çocukları (bir kız bir erkek), sürekli aldattığı karısı Carmela. İlk bölümünde dizinin, Tonynin garip ve çocuksu bir heyecanla kafayı taktığı, havuzunu geçici yuvaları haline getirmiş ördeklerin göç etmesiyle, bir atak geçirip bayılması onu psikoloğa gitmeye ve ilaç kullanmaya zorluyor. Ve neredeyse her bölümde kendini ve etrafındakileri, çocukluğunu, işini sorgulamasını izliyoruz; bazen psikologta, bazen konuşmalarında bazen de rüyalarında. Ben, burada, bir çok kişinin zaten yaptığı gibi dizinin fenimist, post-modern, marksist açılımlarını tartışmayacağım. Tabii , Türkiyede yaşayan biri olarak italyan stereotypelerine veya mafyanın geçip gitmiş zirve günlerine dair söyleyeceğim fazla birşey de yok. Benim bahsedeceğim şey Sopranos’un altıncı sezonunda Tony Soprano’nun komadayken gördüğü rüya ve ardından yaşadıkları. Şey diyorum, çünkü ne sinemaya psikoanalitik çözümlemeler getirebilecek durumdayım ne de teknik bir analiz. Yalnızca, hayatımda seyrettiğim en etkileyici sinema anlatılarından birini paylaşmak istedim.

66. bölümün sonunda, Tony’nin iyice bunamış amcası, yeğenini uzun süre önce ölmüş bir gangster olan “Pussy” Malinga sanarak midesinden vuruyor. 67. Bölümde Tony’nin bir otel odasında uyandığını görüyoruz. Bir bara gidip içki ısmarlıyor. Evini arıyor. Teleksekreterde ki mesaj “Merhaba ,Sopranolara ulaştınız” diyor. Bir kız ve oğlan sesi ama Tonynin kızının ve oğlununun sesinden daha ince, daha çocuksu. Tonynin ise İtalyan aksanı kaybolmuş, yürüyüşü daha farklı. Öbür gün, bir konferansa katılmak için kimliğini gösterirken farklı birinin çantası ve kimliğini taşıdığını farkediyor. “Kevin Finnerty”. Evi, karısını arıyor durumu anlatmak için ama karısının Carmela olmadığını farkediyoruz. Daha donuk, sıradan sesli birisi bu. Tony kimliğini bulmaya çalışıyor barda ve Kevin’e ulaşmaya çalışıyor çantasından çıkanlarla ama başaramıyor. Başka bir otele, Kevin ismiyle giriyor. Ve orada, yatarken, pencereden, şehrin ufuk çizgisinde bir ışık görüyor. 360 derece etrafı tarayan, bir deniz feneri ışığı sanki. Bir sonraki gün, merdivenlerden düşünce hastaneye gidiyor ve Alzheimer olduğunu öğreniyor. Barda, barmenle dertleşirken belki de gerçekten Kevin olabileceğini düşündüğünü öğreniyoruz. Odasına çıkıyor, telefona bakıyor ama ailesini aramak istemiyor. Ufukta ki ışıksa dönüp durmaya devam ediyor. Bütün bunlar olurken, Tony aslında bir hastanede yatmakta koma halinde. Arada ışıklar ve konuşmalar rüyasını etkiliyor.

Rüyasındaysa Kevin’in çantasının içinde bir el ilanı buluyor. Finnerty Aile Buluşması. Üstünde ki numarayı arayıp buluşmanın nerede olduğunu soruyor. Ufukta ki ışığın altında olduğunu öğreniyor. Ve oraya gittiğinde ölmüş kuzeni kapıda karşılıyor Tony’i. İçeri gelmesi için ısrar ediyor. Kapıda bir kadının gölgesi var, oldukça kuşkulu biçimde ölmüş annesine benziyor. O sırada ağaçların arasında bir ses duyuyor Tony. Küçük bir kız çocuğu sesi gitmemesini söylüyor Tony’ye. Tam bu sırada uyanıyor komadan.

Rüya elbette oldukça manidar. Zaten Sopranosdaki bütün rüyalar bize Tony’nin bilinç altını nelerin kurcaladığını göstermek için kurgulanmış (bir kaç defada diğer karakterlerin rüyalarına şahit oluyoruz dizide). Peki bize neler anlatıyor bu rüyası Tony’nin? Bu yazıda asıl anlatmak istediğim nokta bu olmasa da deyinmeden geçemeyeceğim.

Öncelikle, çok yüzeysel bir düzeyde, ışığı şu yakın-ölüm deneyimlerinde hep bahsedilen tünelin sonunda ki ışık olarak alabiliriz. Ama bu, dediğim gibi oldukça yüzeysel yaklaşmak olur bu rüyaya. Burda asıl üzerinde durulması gereken, Tony’nin kişilik krizi. Rüyada farklı bir Tony’le karşı karşıyayız. Aksanı İtalyan değil, daha sakin, daha dik yürüyor. Daha sağlıklı ve uyumlu görünüyor. Burada Tony’nin direkt olarak olmasa da, bilinç altında devamlı sorguladığı hayat biçiminden bir kaçış olarak, farklı bir kimliğe büründüğünü düşünüyorum. Kaçışı öncelikle kendi vücudunda yapıyor. Yetiştiği kültürü, mahalleyi ve içinde bulunduğu aileyi ve sınıfı değiştiriyor. İsmi hala Soprano ama artık daha orta sınıfa yakın. Çok daha düzgün bir hayatı var artık. Yine de bu hayatta o kadar mükemmel değil. Mesela karısını aldatmaya çalışıyor, ailesini aramayı istemiyor. Kevin ise, ehliyetinden göründüğü kadarıyla,Tony’e benziyor. Yani Tony kim olduğuyla ilgili sorunlar yaşıyor. Bir gangster mi? Bir aile babası mı? Kanun kaçağı mı yoksa iş adamı mı? Rüyasında, barda tanıştığı bir grup kişiye şöyle diyor: “46 yaşındayım. Yani, kimim ben? Nereye gidiyorum?” Kevin değil, oysa etrafında ki herkes onu Kevin zannediyor. Kevin olarak ancak bir otelde kalacak yer bulabiliyor. Kevin Finnerty’nin aile toplantısına gittiğinde de görüyoruz ki gerçek hayatta ki Tony’nin ailesinden kuzeni onu karşılıyor, bir mafya hesaplaşmasında Tony’nin öldürmek zorunda kaldığı. Oysa o Tony olduğundan rüyasının başında emin. Ama sonra Tony olduğu inancı da gittikçe çöküyor. Alzheimer teşhisi konulunca, Tony’nin çift yönlü korkusuna şahit oluyoruz. Kendisini vuran amcası gibi bakıma muhtaç, kimsenin umursamadığı, yaşlı bir “bunak” haline gelmek daha açıkçası yaşlanmak. Ve bu korkunun vücut bulduğu kişinin amcası olması, yani sert, erkeksi mafya/baba modelinin temsilcisinin bu hastalığa yakalanmasının, kendisinin de savunmasız, incinebilir olduğu anlamına gelmesi.

Daha varoluşsal bir yönden bakarsak, Tony ölüme yaklaştığını biliyor ama hayatının nereye gittiğini bilmiyor. Kendisinin ölünce kim olacağını bilmiyor. Ama Kevin’in, yani Tony’nin hayat mücadelesi veren mafya tarafının onu ölüme getireceğinin farkında. Işık ve aile toplantısı, bütün tanıdıklarının ölümünü ve kendi ölümünü simgeliyor. Ve onu oraya götüren Kevin Finnerty’nin çantasından çıkan el ilanı oluyor. Yani Tony’nin ölüm korkusu, onun da açıkça gördüğü gibi, kim olduğuyla yakından ilgili. Bir mafya babası olarak, sürekli üstünde sallanan ölüm tehtidine bir çok kişiden daha yakın o.

Benim asıl değinmek istediğim noktaysa Tony’nin hastaneden çıkmasıyla başlıyor.

Hastaneden çıkarken, onu tekerlekli sandalyeyle iten ablasına hayatının burdan sonra tamamen değişeceğini, her anının tadını çıkaracağını söylüyor. Ablası umursamıyor. Tony’se hayatın daha farklı anlarının tadını çıkarmak, sırf yaşadığını hissettiği anları yakalamak için, sık sık evinin bahçesinde oturup sessizce anın tadını çıkarıyor. Burda, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının kafası karışık ve hayattan zevk almayan kahramanı Prince Andrew’ün Austerlitz savaşında yaralandığı sırada ki düşünceleri akla geliyor. Elinde bir bayrakla savaşın bütün karmaşasının tam ortasında koşarken kafasına gelen bir kurşunla yere düşüyor ve gözlerini açınca gökyüzünü görüyor:

“Ne kadar sessiz, huzurlu ve vakur, hiç te ben koşarken ki gibi değil” diye düşündü Prens Andrew-“biz koşarken ki gibi değil, bağırırken ve dövüşürken...: bulutlar ne kadar da farklı süzülüyor bu mağrur, muazzam sonsuz gökyüzü boyunca! Nasıl oldu da ben daha önce bu azametli gökyüzünü görmedim? Ve en sonunda onu bulduğum için ne kadar da mutluyum! Evet! Hepsi kibir, hepsi yalan, o sonsuz gökyüzü dışında. Hiçbirşey, hiçbirşey yok onun dışında. Ama o bile var değil, sessizlik ve huzurdan başka hiçbirşey yok. Tanrıya şükür!...”

Tony de buna benzer düşünceler içinde. Andrew’ü değiştirdiği gibi, onu da tamamen değişterse de bu deneyim, o ilk huzuru, ilk ruh sakinliğini yakalayamıyorlar ikisi de. Ve diğerleri, aynı kardeşi gibi, bunu anlamıyorlar. Aslında farklı bir şeyin, onların yakalayamadığı ama Tony’nin farkına vardığı bir şeyin varolduğunu biliyorlar. Ama bundan hoşlanmıyor çoğu. YineTony’nin kız kardeşi, bir gün onu bir sandalyede oturmuş gölü izlerken görünce, yüzünde tiksinti ve kızgınlık dolu bir ifadeyle “Sikiyim baksana şuna orda. Bu “sandalyede oturuş şeyini” biliyorum” diyor. Bu yalnızca Tony’nin iç huzurunu kıskanmaktan ileri gelmiyor. Bu kızgınlığın bir nedeni de Tony’nin ölümün ucundan dönmüş olması. Herkes onu gömmüşken tekrar mezardan çıkar gibi uyanması komadan. Artık o etrafında ki herkese ölümü hatırlatan ayaklı bir tabela. Yaşlanmış, neredeyse çökmüş gibi. Değiştiğini söylüyor kız kardeşi ama nasıl değiştiğini söylemiyor. Söylemek istemediğinden ya da anlamadığından değil de anlamaktan korktuğundan ve bir gün eninde sonunda anlamak zorunda kalacağından. Ama şimdilik ölümle ilgili bir şey istemiyor hayatında. Tony’nin bu dramatik değişimi ve “sandelyede oturuş şeyi”yse onu hiç te beklemediği ve istemediği bir anda kendi ölümlülüğüyle yüzleşmek zorunda bırakıyor. Öte yandan onun bu dünyevi meselelerden uzaklaşmış hali ve huzuru, baştan da söylediğim gibi onu kıskandırıyor. Hem bu iç dengeyi istediği için hem de ailenin daha ruhsal ve düşünsel konulara yakın kişisi olduğu için. Kaba ve şiddet dolu kişiliğiyle Tony’nin sandalyede oturup uzun uzun uzaklara dalması onu çileden çıkarıyor.

Ve son olarak, Tony’nin hasteneden çıkmasından bir süre sonra karısı Carmela bir arkadaşıyla Paris gezisine çıkıyor. Otelinin önünde Eyfel kulesine bakarken, tepesinde ki ışığı farkediyoruz. 360 derece dönen ve deniz fenerini andıran bir ışık bu. İşte tam burda, dizinin anlattığı herşey aydınlanıyor sanki. Tony’nin koma rüyasıyla Eyfel Kulesinin ışığının benzerliği sanki rüyayı ve gerçeği ayıran herşeyi yıkıyor. Büyük bir anlam aramıyorum burada. Arasam da bulabileceğimi zannetmiyorum. Öyle küçük bir dokunuş ki bu, öyle hafif, öyle uzaktan ama aynı zamanda çok zekice ve gizemli. Yaşadığımız anların “büyülü” diye nitelendirilmesinde gerçek payı olabileceğini düşündürüyor insana. Aslında bu tam da o ölüme yaklaşılan anlarda veya yaşadığınızı o tamamen hissettiğiniz nadir, huzurlu ve sakin bir coşkuyla dolduğunuz anlarda algınızı dolduran hayat dolu “şey”lerin hissettirdiği duyguların sinemadaki en iyi anlatımı. Yani Prens Andrew’ün gökyüzüsü Tony’nin fener ışığı. Ve bizim Carmelanın gözüyle o büyülü ana şahit olmamız da Tony ve Andrewün hissettiklerinin küçük bir kısmına ortak olmamız.

Baran


“Deli”lik Tarihinin 19.yüzyılına Hemşire Ratched’la Değinmek…



Bu yazıdaki amaç, Ken Kesey'in 1962 yılında yazdığı kitabından uyarlanarak çekilen “Guguk Kuşu” adlı filmin sinemaya yansıtılan tarihsel/toplumsal gerçekliğini 19. yüzyıl delilik anlayışı ışığında göstermeye çalışmaktır. Film, doktor ve hemşire figürleriyle delilik tarihine göndermeler yapmaktadır; bu nedenle bu film 'delilik' tarihinde bir dönemi (19. yüzyıl) sinemaya yansıtan önemli yapıtlardan biridir.

19. yüzyılda, deliliğin patolojik açıklaması yapılmaya başlamıştır. Patolojik açıklamalarla doktorların tımarhanelerle birlikte “delilik” tarihine yön vericiliği başlamıştır. Foucault, doktorun devreye girişinin tıp alanındaki bilgisinden değil de, toplumsal ve ahlaki düzenden kaynaklanmakta olduğunu söyleyecektir. Bir bakıma doktorun işlevi toplumsal düzeni hukuksal ve ahlaki yönden garantileyen bir güce karşılık gelmektedir. “Deli”, doktor egemenliğinde ahlaki bir kapatılma hissini yaşayacaktır. Bir hastanın, bu kapatılmışlık hissinden ancak toplumsal bir kabulün ışığında kurtulabileceği düşünülmektedir; yani “deli”ler bir bakıma çocuklar gibi korkular ve bazı hezeyanlarla doktor gölgesinde farkında olarak ya da olmayarak kapatılmışlık hissi yaşayacaklardır. “Deli”lerin içlerine kapanmalarına sebep olan ve korkularından arınmalarını engelleyen ise yine doktorlar olacaktır. 19. yüzyılda, tecrit etme, sorgulama, duş cezaları, katı disiplin, çalışma yükümlülüğü, ödüllendirme gibi teknikler, doktoru deliliğin mutlak efendisi haline getirmiştir.

Orijinal adı One Flew Over The Cuckoo's Nest (1975, Mılos Forman, ABD) olan film, akıl hastanesi, hasta-doktor ilişkisi ve hemşire otoritesinin bir döneme ait karşılıklarını izleyiciye yansıtmaktadır. Filmin, orijinal adında geçen “cuckoo” kelimesi guguk kuşu ve argo da deli anlamına gelmektedir.

Jack Nicholson beden dilini çok iyi kullanarak McMurphy karakterini harika bir oyunculukla izleyiciye sunmuştur. McMurphy, akıl hastanesine gönderilen bir suçludur. Film, izleyiciye McMurphy merkezli akıl hastanesi yolculuğu sunmaktadır. 19 yüzyılın “deli” tanımlamasına gönderme yapan ilk diyalog, doktor ile McMurphy arasında geçmiştir. Doktor, McMurphy'nin hastanede bulunma sebebini, McMurphy’nin toplum içindeki davranışlarının alışılmışın dışında olduğu şeklinde açıklamaktır; ancak ardından asıl nedenin McMurphy’nin akıl hastası olup olmadığını değerlendirmek olduğunu söylemektedir. McMurphy ise “kahrolası bir sebze gibi davranmamı istiyorlarsa bunu yapamam delilik buysa ben deliyim ama beni değiştireceklerini düşünüyorlarsa bunu yapamazlar” diyerek dönemin anlayışına en önemli göndermeyi yapmaktadır. İnsan davranışları belirlenmiştir; insan davranışlarının belirlenmiş olması demekte hangi davranışın normal, hangi davranışın anormal olduğunu söyleyebilmektir. Akıl sağlığı değerlendirilmek istenenler ise bu “normalizasyon” fikri nedeniyle, doktorun egemenliği altında olacaktır. Doktor, McMurphy'e, kendisine verilen emirlere asla uymadığı için onun akıl hastası olduğunu düşündüklerini: “Onların istedikleri gibi davranmanı sağlayacağız” cümlesiyle ifade etmiştir, yani McMurphy normalleşecektir.

Hastalar, toplum içindeki yaşamlarında sorunlarla karşılaşmalarını önlemek isteyen doktor ya da hemşirelerle birliktedir. Yalnız kalmanın hastalığı ağırlaştırdığından söz eden doktor, belki de bu yüzden Hemşire Ratched başkanlığında grup terapisi uygulamıştır. Hastaların gönüllü olarak orda bulunduklarını söylemeleri McMurphy'i şaşırtmıştır : “Niçin buradasınız siz, deli misiniz?” Bu hastalar toplum içinde diğerlerinden farklı olduklarını fark ederek – ya da bu şekilde inandırıldıkları için – hastaneye gönüllü olarak geldiklerini söylemektedirler. Ancak hafta sonları ve geceleri kapıların kilitli oluşu, hastaların ne derece gönüllü olarak hastanede bulunduklarını film dâhilinde sorgulatmaktadır.

Filmdeki bir diğer önemli karakter Hemşire Ratched'dir. Seyirci bu karakterle, doktorun hastaya ya da hastalığa yön vermedeki başarısını(!) görebilmektedir. McMurphy önderliğinde akıl hastalarının hastabakıcıyı da 'ayartarak' yaptıkları parti her birinin alkol sonrası sızıp kalmasıyla son bulmuştur. Bu nedenle, McMurphy kurguladığı kaçış planını da gerçekleştirememiştir. McMurphy gönüllü(!) olarak orda bulunanlardan Billy’in (19.yüzyıldaki ahlaki kapatılma hissini yaşayan bir başka “hasta”) sorununu – kadınlarla birlikte olamama – anlamıştır. Bu sorunu “halletme” kararı alması da McMurphy’nin kaçış planının işlerliğini değiştirmiştir. Hemşire Ratched'in ve diğer hastabakıcıların hastaneye gelmesiyle parti son bulmuştur. Ancak Billy orda değildir; Billy, McMurphy'nin partide bulunan kız arkadaşı (Candy) aracılığı ile sorunundan kurtulmuştur. Billy'nin odasında Candy ile yatarken görülmesinin ardından hemşire Ratched ve Billy arasında “delilik” tarihine gönderme yapan bir diğer diyalog gelişmiş ve 19 yüzyıldaki doktorun hasta üzerindeki yönlendirici etkisi filmin bu karesine yansıtılmıştır. Billy'nin yatakta bir kadınla yatarken görülmesi üzerine Hemşire Ratched Billy'i bu durumu annesine (ki Billy annesinden korkmaktadır) söylemekle tehdit etmiştir. Hemşirenin bu tehdidi/kozu/yönlendirici gücü partiyi kimin başlattığını öğrenmesini sağlayacak ve böylece sorunlu bir diğer kişinin( McMurphy) akılsal sorunu, kural tanımamazlığı, elektrik şoku ile tedavi edilecektir. Hemşire'nin bu tehdidi yani Billy’e karşı tutumu ise McMurphy'i kaçmaktan yine alı koyarak hemşireye saldırmasına, onu boğmaya çalışmasına sebep olacaktır.

Doktorları dahi sağır ve dilsiz oluşuna inandıran bir diğer akıl hastası Şef McMurphy'le konuşmuş ve sağır-dilsiz olmadığını ona göstermiştir. McMurphy'nin diğer akıl hastalarına anlattığı kaçış planını ya da Şefle birlikte yaptıkları planları sadece güçlü Şef uygulayacaktır. Ancak Şef ayrılmadan önce McMurphy'i boğacaktır çünkü McMurphy'nin parti sonrası, hemşireye saldırışıyla maruz kaldığı elektrik şokları, onu konuşamayan, sabit bir noktaya bakıp acayip hareketler yapan insanlardan birine döndürmüştür ki bu davranışlarda McMurphy’nin –kendisinin – deli diye atfettiği insanlardan biri haline gelmesine sebep olmuştur. Şef, McMurphy’nin yaptığı kaçış planını birlikte uygulayamayacaklarını anladıktan sonra, McMurphy’i öldürecektir; çünkü Şef, onun orada – akıl hastanesi – yalnız kalmasını istememektedir ve McMurphy’i öldürdükten sonra oradan ayrılacak/kaçacaktır.

McMurphy, hayatını diğerlerinden daha fazla sevişip, kavgacı olduğunu dile getirerek anlamlandırmaktaydı. Dışardan bakıldığında ise ona kural tanımayan biri de denebilirdi. Ancak, McMurphy, birileri tarafından “deli” olarak atfedilebilir mi? Derrida’nın da Foucault’a gönderme yaparak sorguladığı gibi deliliğin tanıklığı varsa deliliğe kim tanıklık edebilir? Şayet edilirse McMurphy’nin deliliğine kim tanıklık etmektedir? Şef mi yoksa Hemşire Ratched mı?

Sinem

gecipgidenzamanlar@gmail.com

Kieslowski Sineması ve ‘Véronique'nin İkili Yaşamı’ Üzerine bir Yazı




Krzystof Kieslowski (1941 – 1996) Polonya’da yaşadığı kadar Polonya’yı da yaşamış bir yönetmendir. Kieslowski sinemasındaki Polonya buzdağı gibidir. Kieslowski bu buzdağının görünen yüzünde siyasal eleştiri, sosyolojik değişimler ve yalnızlaşmayı anlatırken görünmeyen ancak – asıl – yüzünde; bir bireyin yaptığı seçimleri ve bu seçimlerle gelen sonuçların hem etken hem de edilgen birey üzerindeki etkilerini mistik bir anlatımla izleyiciye sunar. Kieslowski’ye göre herkes bir şekilde birbirine bağlıdır; insanları birbirine bağlayan içsel bir güç vardır. Kieslowski’yi Kieslowski yapan buzdağının görünmeyen yüzünün, görünen yüzünü görünür kıldığının farkında olmasıdır.


İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Polonya, siyasal sisteminin değişimine Sovyetler Birliği kontrolünde başlamıştır. Ülkede Stalin etkileri hissedilmiş, baskıcı Stalin Hükümeti'ne karşı isyanlar, işçi ayaklanmaları başlamış ve bu durum Polonya ekonomisini çökme noktasında getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Polonya sineması ulusallaşmış ve sinema, Film Polski'nin kontrolüne girmiştir. Ardından, sinemaya teşviki sağlamak için “Özgürlük Adası” denilen ve birçok ünlü yönetmenin adını duyuracak olan Lodz film okulu kurulmuştur. 1955'ten sonra Sinemacılar Polonya halkına yönelik eleştirilere dayanan filmler yapmışlardır. Andrzej Wajda 'Bir Nesil' ile Andrzej Munk ise 'Mavi Haç' ile sosyalist gerçeklikten uzaklaşan filmlere imza atmış ve 1955 yılında Zespol adı verilen bağımsız yapım birimleri kurulmuştur. 1950'lerin sonunda, Polonya sinemasına, Wajda, Polanskiv ve Jerzy Skolimowski gibi yönetmenler yön vermiştir. Aynı dönemde, Avrupa'da bu yönetmenlerin filmleri gösterime girmiş ve Polonya sineması en dinamik dönemini yaşamıştır.


Kieslowski 1964 yılında Lodz film okuluna başlamıştır. İlk kısa filmi 'Tramway' siyah-beyaz, sessiz bir film olup, yalnız bir adamın tramvayda bir kadından hoşlanmasını ve onu baştan çıkarmaya çalışmasını konu edinmiştir. Bu filmden sonra Komünist Hükümeti eleştirmek amacıyla 'Ofis' adlı filmini; 1970'de 'Fabrika' ve 1970 ortalarında 'İlk Aşk' adlı filmini çekmiştir. Polonya’da Ahlaki kaygı adı verilen dönemde (1970 sonları) toplumsal olaylar artmış ve düşünürler ve entelektüeller işçilere destek vermiştir. Kieslowski bu dönemde 'Kamuflaj' adlı filmini çekmiş ve yine sanatçının kendini baskı altında hissetmesiyle komünist hükümet eleştirisi yapmıştır. Aynı dönemde Wajda da 'Mermer Adam adlı filmi çekmiştir. Kieslowski'nin ilk uzun metraj filmi 'Yara'dır. 1979 yılında 'Kamera Kurdu'nu çekmiştir ki bu filmde bir işçinin takıntılı bir yönetmene dönüşmesi anlatılmakta ve Kieslowski'nin kendi portresini çizdiği düşünülmektedir. Umut ve Düş Kırıklığı döneminde ( 1980 sonrası ) grevler ve iş bırakmalar devam etmiştir. Kieslowski bu dönemde 'Kör Talih' adlı filmini çekmiştir. 'Sonsuz' ise sıkıyönetim sonrası Polonya'yı sembolize eden bir filmdir. 1988 yılında Krzysztof Piesiewicz ile senaryolaştırılan on kısa hikâye olan ‘ Dekalog ’ öldürmeyeceksin sloganıyla sembolize edilmiştir. 1991'de Véronique'nin İkili Yaşamı ve 1990'ların ortalarında Polonya'nın dışına çıkarak, ' Mavi ' (özgürlük), ' Beyaz ' (eşitlik) ve 'Kırmızı' (kardeşlik) ile adlandırılan ‘ Üç Renk Üçlemesi ’ çekilmiştir.


Kieslowski sineması, kısa belgeseller ve uzun metraj dramalar olarak ikiye ayrılabilir. Polonya, gerçeklik, gizem, yalnızlık, seçimler ve tesadüfler Kieslowski sinemasının anahtar kelimeleridir. Véronique'nin ikili yaşamının ana teması, Kieslowski'nin kendi sözleriyle, 'daha dikkatli yaşayın, çünkü yaptıklarınızın sonuçlarını bilemezsiniz, tanıdığınız ya da tanımadığınız insanların ne yapacağını bilemezsiniz'dir. Neler yaşayacağımızın seçimlerimiz doğrultusunda belirlenişi, ya da bazı durumlarda tesadüflerin – Kieslowski’ye göre; bu tesadüflerde de tanımadığımız milyonlarca insanın etkisi vardır – yönlendirici oluşu Kieslowski sinemasının temel duruşudur. Kieslowski kendini hayatın merkezinde görüp, bulunduğu yerden eleştiri yapabilen bir yönetmendir. Véronique'nin İkili Yaşamını'nda da Saint-Lezara Gar'ındaki saldırının, Varşova'daki gösterilerin Weronika'nın Véronique'i gördüğü sahnede verilmesi, Kieslowski'nin etkilendiği her durumu sinemasına yansıtmasını örneklendirmektedir. Véronique'nin İkili Yaşamı'na hâkim olan gizem – hayatın gizli kalmış, görünmeyen yüzü – aynı zamanda hayatın tam kendisiyle kesişmiştir. Kieslowski, hayatın kesişimlerden oluştuğunu, yaptıklarımızla hayatlarımızın bedelini ödeyecek oluşumuzu, bu doğrultuda da sorumluluklarımız olduğunu dile getirmektedir. Bu düşünceyi, şiirsel bir dille anlattığı – yaşattığı – 'Véronique'nin İkili Yaşamı' özetle şöyledir: Polonya'da yaşayan Weronika ve Fransa'da yaşayan Véronique aynı gün doğmuştur ve birbirlerinin fiziksel eşleri oldukları gibi, ruhsal bir beraberlikleri vardır. Her ikisi de dünya da yalnız olmadıklarını, bir eşlerinin daha olduğunu hissetmektedir. Weronika(W) kendi içe dönük ve gizemli, Véronique(V) ise daha sosyal, dışa dönük ve umursamaz görünmektedir. İkisi de müzikle ilgilenmektedir. W Krakov'a teyzesini ziyarete gittiğinde, bir yarışmaya katılır, başarılı olur ve ardından konsere çıkacaktır. V ise Krakov’a gezi amaçlı gelmiştir ve W V'yi görmüştür, ancak V ise, filmin sonlarında Kuklacı'nın V'nin kendi çektiği fotoğrafı göstermesiyle W'nin farkına varacaktır. W ses eğitimi alırken kalp yetmezliği çektiğinin farkındadır, ancak yine de konsere çıkmış ve konser sırasında ölmüştür. W'nin öldüğü gün, V, hayatından birinin çıktığını hissettiğini söylemiş ve bir bakıma içsel/düşünsel bir yolculuğa başlamıştır. Ardından, V çocuklara müzik dersi verdiği okulda kukla gösterisi izlemiş ve Kuklacıyla göz göze geldikleri ilk an karşılıklı bir aşk başlamıştır. Kuklacı V'nin hayatının yönünü değiştirecek olan kişidir.(Bu sahnede de seçimler ve sonuçları, birilerinin başka birilerinin hayatını etkilemesi fikirlerine dayanan Kieslowski sinemasını görüyoruz.) Aynı zamanda V'de W gibi müzik eğitimi almaktadır ve onun da kalbiyle ilgili hissettiği bir rahatsızlığı vardır, bu yüzden hastaneye kalp grafiği çektirmeye gitmiştir. Kieslowski V'nin kendi kalp grafiğine baktığı sahneyi harika bir kurguyla yansıtmıştır. V'nin henüz bilmediği Kuklacı ona kendi hikâyelerinin metaforu olan bir ayakkabı bağı yollamıştır. V kalp grafiğine bakarken elindeki bağcıkla oynamakta ve grafik çizgilerinin üzerine geldiğinde bu bağcığı düzleştirmiştir. Kieslowski bu sahneyle, W’nin ölümünün ardından V’nin duygusal durumunu çok hassas ve bir o kadar da gizemli bir kurguyla yansıtmıştır. Bence bu sahne Kukla'cının olmadan W ile V’ yi kesiştirmeye başladığı sahnedir. Ardından V aldığı kasetleri, – Kuklacının yolladığı kasetler – analiz ederek bu yollayan kişinin verdiği ipuçlarıyla ona ( Kuklacı ) ulaşmıştır. Fakat ilk görüşmelerinde, Kuklacının kitap yazacak oluşunu dile getirişi V’yi rahatsız eder çünkü V bir bakıma kuklacı tarafından kullanıldığını sanar; bu yüzden Kuklacıyla buluştukları yerden ayrılır. Ancak Kuklacı V'nin oteline gelmiştir ve artık birbirlerine sevgilerini dile getirmişlerdir. V çantasını boşaltıp, kendini Kuklacıya kendini açar, Krakow'da gezi sırasında çektikleri fotoğraflara bakarlar ve kuklacı W'yi V sanarak V'ye gösterir. Bu sahne V'nin W'yi hissettiği gibi, böyle birinin varolduğunu da gördüğü sahnedir. Kuklacı V'nin iki tane kukla bebeğini yapmıştır. V Kuklacıya neden iki tane olduğunu sorduğunda ise Kuklacı gösteride hep elinde olduklarını ve zarar gördüklerini söylemiştir. Ardından V ve W'ye gönderme yapılarak, bir kukla masanın üzerinde yatmış konumdadır, diğer kukla ise hareketlendirilmektedir. Kuklacı, kader vurgusu yaparak, farklı seçimlerin nelere sebep olacağını anlattığı hikayeyi ( tıpkı V ve W’nin hayatı gibi) – V'ye okumakta ve isminin ise birilerinin ikili yaşamı olacağını söylemektedir. Son sahnede ise V evine gitmiş, babası tahta oymacılığı yaparken dışarıdaki ağaca dokunmuştur; bu sahne ile Kieslowski, müzik ve gizem bütünlüğünü tekrar tekrar yansıtmıştır. Son sahne, “hislerimizin hayattaki yön vericiliği”nin filmin tüm teması olarak yorumlanmasını sağlayacaktır.


Weronika ve Véronique yalnız olmayışlarını, birşeye karşı derin bir yakınlık hissettiklerini dile getirdiklerinde, Kieslowski'nin bütünlükçü sinemasıyla tekrar tekrar karşılaşılmaktadır. Bu sahnelerde aynaların ve doğal ışığın rolü önemli bir yer tutmaktadır. W yalnız olmadığını hissettiğini söylediğinde aynadaki yansımasıyla görülmekte ve V buna benzer cümleler kurduğunda yine yansımaları ve ışık oyunları görülmektedir.


Kieslowski müziğin birleştirici etkisini, filmde içtenlikle kullanmış ve bir bakıma müziğinde aracılığıyla da W ve V'yi kesiştirmiştir. Müzikler, Zbigniew Preisner'e aittir ve harika bir bütünlük sağlamıştır.


Filmi yorumlayanlar arasında, Kieslowski'nin V'de Fransa'yı W'de Polonya'nın durumunu anlattığını ve Polonya'nın sosyo-kültürel durumu yüzünden V'nin öldüğü yorumunu yapanlar bulunmaktadır. Ancak filmi sosyolojik boyutundan uzak tutarak izlemek gerekmektedir. Bu türden ayrımlar Kieslowski’nin en azından bu filmde anlatmak/yansıtmak istedikleri arasında değildir. Ancak bu film Kieslowski'nin de dile getirdiği gibi paralel yaşamları anlatan, seçimler ve mistisizm üzerine kurulu bir filmdir.


Filmi üç kez izledim. Birincisi benim için şiirsel ve kavraması zor, ikincisi rahatsız edici bir sıkıcılığa sahip, üçüncüsü ise bütünlükçü, ayrıntılarla bezenmiş ve keyif verici bir deneyimdi. Kieslowski'nin seçtiği konuyu, yaşamından soyutlamıyor oluşuna, hislere bu denli önem verişine, hayatın seçimlerden ibaret oluşundan söz edişine ve seçimlerin sonuçlarının nelere sebep olacağını bu denli etkileyici göstermesinden haz aldığımı söyleyebilirim. Aynı konu, aynı mistisizm başka bir ülkede başka yaşamlarla başka birileri tarafından da verilebilirdi. Polonyalı yönetmen Kieslowski bu konuyu, Véronique ve Weronika ile anlatmayı seçmiş, kendi sinemasıyla uyumlu ve izleyiciye hoş bir deneyim yaşatacak bir film yapmıştır. İzleyici bu deneyimi, Irene Jacop’un (W ve V ) ve Philippe Volter’ın (Kuklacı) gayet başarılı oyunculukları ile de hissetmiş/yaşamıştır.


Sinem


gecipgidenzamanlar@gmail.com

Evrenin Özü ve Thales’in Filozofluğu Hakkında bir Deneme



Miletli Thales, İsa’dan önce 6.yüzyılda yaşadığı düşünülen, bilinen ilk filozoftur. “ Evrenin ana maddesi/ilk nedeni nedir?”, sorusuna verilen (mitolojik) yanıtların filozofu tatmin etmeyişi, bu soruya kendi cevabını bulmasına sebep olacaktır. Tabi ki Thales, aklını kullandığı için, kendini Milet bölgesiyle sınırlamamış farklı yerler göreyim, gözlem yapayım ve Doğu’ya, Mısır’a doğru gideyim demiştir. Felsefeye – anlamaya çalışmaya ve sorgulamaya – gönül verenler olarak, biz, ilk filozofumuz Thales’i elbette yine rasyonel sorularına, rasyonel cevaplar arayan bir başka filozofumuzun aklından ya da gözünden görüyor ve Thales’in “ Her şey Tanrılarla doludur ” dediğini – demek istediğini – Aristoteles’ten öğreniyoruz.

Thales neden ilk filozoftur? Batı felsefesinin Platon’dan sonraki en önemli ismi, Aristoteles, Sokrates öncesi felsefede, kendini otorite olarak gördüğü ve Thales ilk filozof olmalıdır gibi bir şey söylediği için değildir elbette(!) Thales ilk filozoftur çünkü doğayı anlamaya çalışmasının yanı sıra, çeşitliliğin altında yatan sebebi sorgulamış; doğadaki çeşitliliğin/değişimin nedeni için – ana neden, ilk neden olarak – doğal olanı söyleyip, “su”dur demiştir. Peki, neden çokluluğu/çeşitliliği tek bir nedene bağlamak istemiştir? Çünkü Thales gibi doğa filozofları ya da birci [monist] filozoflar çeşitliliği bir bütün olarak görmüşlerdir, böyle görmelerinin nedenini belirlemek/anlamak ise çok zordur. Felsefe eğer dünyadaki çokluğu anlama çabasıysa; Thales gibi filozoflar için bu anlam, bir birlik, bir ilk neden bulmak demek olabilir; ancak Thales (elbette) felsefe yapmak için, evrenin özü sudur dememiştir. Thales’ten önce, mitoslarda da evrenin nasıl oluştuğuna, sonunun varolup olmadığına dair sorular sorulmuştur; ancak mitoslarda verilen cevaplar, insan aklını artık tatmin edemez hale gelmiştir. Homeros’ ta bir bakıma – Thales’ten önce – filozof olarak görülebilir ( ki Aristoteles’in bu türden bir kabulü olduğu da söylenir ) çünkü onun dünyası da Tanrılarla doludur ve gizemlidir; ancak bu dünyada insanın da yeri vardır; insan, ahlakını böyle bir dünya da geliştirip, istenciyle hareket etmeye çalışır.[1] Ancak Thales, bu dünyadaki değişime ve çeşitliliğe, bu dünyadan bir şeyle cevap vererek, kendinden öncekilerin gizemciliğini bırakmış ve kutsal olanı düşünmek yerine doğaya bakmıştır. Bakmakla görmenin farkını anlayıp, dünyayı görmeyi/anlamayı isteyen her insanın/filozofun ( bkz: Batı felsefesi filozofları ) yapacağı gibi, Thales’te gözleri üzerinde aklının hâkimiyetini sağlayacak ve dünyayı aklıyla gözlemeye başlayacaktır.

Erken dönem Yunan filozofları, evrenin özünü açıklamaya çalışmışlardır ve yine bu evrenle alakalı bir özden söz etmişlerdir. Filozof Aristoteles’in felsefesi, Platonun formunu maddeye yani dünyevi olana indirmekle başlamıştır; bu nedenle, evrenin özünü başka yerlerde – formların statüsü gibi – aramayan monist ve kozmolojist erken dönem Yunan filozofları Aristoteles’in koruması altına girmiştir. Belki de, Thales, onun gibi bir otoritenin gözünde dünyayı, dünyasal/doğal olanla açıkladığı için ilk filozoftur; Aristoteles’in gözünde ilk filozof olmak, – iyisi kötüsü bilinmez ama – felsefe tarihinde ilk filozof olmaktır.

Filozof, Doğu’nun pratik hayatta kullandığı ve gündelik yaşamı kolaylaştırmak için yaptığı gözlemleri; düşünsel hayatına taşıyıp, bu gündelik bilgilerden akıl yürütme ile anlamlar çıkarmış, sorgulamalar yapmış ve bilgiyi, pratik gereksinme aracı olmaktan çıkartarak sistematik hale getirmiştir. Thales de Doğu’ya gitmiştir, görmüştür ki, Mısırlı’lar yaşamlarını Nil nehrine adamış, ekin zamanını Nil’in taşmasına ya da durgunluğuna göre belirlemişlerdir. Elbette ki bu türden bir belirleyişi, kendi ölçümleri/hesaplamaları sayesinde yapmışlardır. Thales onların günlük yaşamda kullandıkları bu ölçümleri geometri adıyla geliştirmiştir; Thales’in her ikizkenar üçgenin taban açılarının eşit olduğu ve birbirini kesen iki doğruda ters açıların eşit olduğu teoremini bulduğu söylenmektedir[2]. Belki de Thales’in, evrenin özünün su olduğunu söylemesi, suyun hem yıkıcı gücünü hem de sonsuz ve tükenmez oluşunu görmesinden ve Nil Nehri’nin Mısırlı’lar için önemini – yani Mısırlı’ların pratik hayat deneyimlerini – gözlemlemiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Thales, temel madde olarak suyu alıyor ve bunun içinde Tanrısal yaratma gücünün, mıknatıs taşındaki çekme kuvveti gibi, bir hayat gücünün bulunduğunu söylüyor[3]. Bu nedenle, filozof, su herşeyin sebebidir dediğinde, dışardan etkisi olan bir şeyden söz etmiyor; yanı sıra, değişimi sağlayan doğal özden söz ediyor. Filozofun, evrenin özü için öne sürdüğü neden, evrendeki herşeyin bu özle dolu olduğunun varsayımıdır. Thales için bu dünyada tanrısal olmayan hiçbir şey yoktur, yani her şeyin özünde canlı bir şey vardır. Ancak Thales gibi monist filozofların Tanrı anlayışının teolojiyle ilgisi yoktur. Onlar sadece evrenin sebebini, yine evrende var oluşundan söz edilebilecek bir tözde bulup, çeşitliliği bu tözle açıklamaktadırlar. Thales’in ‘su’yu evrenin özü olarak kabul etmesi, evrenin ‘su’dan yaratılmışlığını değil, suyun her şeyde varolmasını anlatmaktadır. Felsefe ile kutsal ya da mitolojik olanın ayrıldığı nokta, var etmekten söz etmeden, varolan her şeydeki tek şeyi görmektir.

Mısırlı’ların bilgiyi bilmek için değil, pratikte yararlı olması için kullandıkları, filozofların ise sadece bilmek için bilmek anlayışıyla bilgi peşinde koştukları söylenip, en azından Thales zamanındaki Doğu Medeniyetlerinin felsefe adına bir şey yapmadıkları ve bu nedenle felsefenin Thales’in önderliğinde – sadece bilmek için – yapıldığı söylenebilir. Ancak, zihin bilmek için bilmek diyen felsefede gördüğü çelişkiyi de : “pragmatizm gibi felsefe akımları vardır, ve bu akımlarda bilgi sistemleşmenin ötesinde, pratik fayda getirdiği oranda değerlidir” şeklinde ifade eder ve yine de – daha da bütünlükçü yaklaşımıyla – ekler: “ İsa’dan önce altıncı yüzyılda, gizemden kurtulmak isteyen ve bazı cevaplarla tatmin olmayan insan, artık aklını kullanmanın zamanı geldiğini anlamış; evren sorgulayışında, gözlemlerini aklının süzgecinden geçirerek, cevaplar bulmuştur. Bu nedenle, felsefenin Thales’le başla(tıl)masında pek bir sakınca yoktur”

Filozof olunmayacağı, filozof doğulacağı dile getirilip, ardından filozof Aristoteles’in neler diyebileceği üzerine yorumlar yapılabilir. Örneğin, Aristoteles herkesin potansiyel olarak “filozof olma” niteliği taşıyabileceğini söyleyebilir. Ancak bunun yeterli olmayacağı Aristoteles’in dört neden kuramıyla açıklanabilir. Aristoteles felsefesindeki dört neden kuramında, bir şeyin etken nedeni, [efficient cause] değişimin ya da sabitliğin ilk kaynağı [the primary source of the change or rest ] ya da bir şeyin, o şey olmasına sebep olan nedendir; örneğin, heykele şekil veren heykeltraş, o heykelin etken nedenidir. Aristoteles terminolojiyse konuşmayı göze alan ve Thales’in etken nedeni olarak Mısır’a gidişini öne süren zihin, Thales’in ilk filozof olmasının yanı sıra, felsefenin doğuşunda da Doğu düşüncesini asla göz ardı edilmeyeceğini en Aristotelesçi yaklaşımla rahatlıkla(!) savunabilir.

Kaynakça

Kranz, Walther, Antik Felsefe, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1994

Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2003

Jones, W. T, A History of Western Philosophy, New York, Harcourt, Brace, 1952

Sinem


gecipgidenzamanlar@gmail.com



[1] Kranz, Walther, Antik Felsefe, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1994

[2] a.g.y.

3 a.g.y.

Thales üzerine; Aristoteles ve Diogenes Laertios

Bu çalışmada, Thales üzerine, Aristoteles’in Metafizik’te; Diogenes Laertios’un da Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri’nde yaptığı yorumlar incelenmiştir.


Doksograf(1) Diogenes Laertios (M.S. 3.yy), Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri(2) adlı eserinin I. Kitap-Giriş bölümünde, felsefe (philosophia) sözcüğünü bulan ve kendini filozof (philosophos) olarak çağıran ilk kişinin Pythagoras (M.Ö. 580-500 dolaylarında) olduğunu söyler. Pythagoras'ın felsefe (philosophia) adıyla çağırdığı etkinlik – aslında – Pythagoras'tan önce de bir ada sahiptir; ne ki bu ad bilgeliktir (sophia); ama Pythagoras, hem Tanrı dışında hiç kimsenin kendilerini bilge (sophoi) olarak çağırmaması gerektiğini düşündüğünden; hem de kendisini, bilge (sophoi) adıyla çağrılan diğer kişilerden ayırmak ve kendisinin bilge (sophoi) değil; ama bilgeliği arayan kişi (philosophos) olduğunu belirtmek istediğinden(3) böyle bir ad öne sürmüştür.


Diğer taraftan, bilgelik (sophia) ve bilgelik-sevgisi/arayışı/arzusu arasında (philosophia) benzer bir ayrıma, Pythagoras'tan yaklaşık iki yüz yıl sonra Aristoteles (M.Ö. 384-322) de gidecektir(4): Aristoteles'e göre – Metafizik, I. Kitap(5)bilgelik (sophia), bilginin (episteme) en üstün biçimi; ulaşılabilecek en son bilişsel düzeydir. Duyulara dayanmaları bakımından, onlardan en uzakta olan bir bilgi türü olarak bilgeliğe (sophia) ulaşmak, insan için, çok; ama çok zordur. Dolayısıyla insanın deneyimleyebileceği, mutlak olarak bilgelik (sophia) değil; ama bilgelik-sevgisi/arayışı/arzusudur (philosophia), yani, felsefe. Bu bilgelik-arayışı yolunda insan için önemli olan, sonuçlar ve pratik amaçlardan çok; bilginin (episteme) veya onun en üst düzeyi olan bilgeliğin (sophia) kendisidir. Bu bağlamda felsefeyle (philosophia) işaret edilmek istenen, şeylerin-bilgisinden çok; o şeylerin nedenlerinin (aitiai) ya da o şeylerin neden öyle olduklarının açıklamalarının bilgisidir.(6)


Konusu Thales olan bir yazıda, Thales'in kendisinden söz etmeden önce, ondan sonra yaşamış iki düşünürden söz edilmesi, Thales'in ilk-filozof olarak adlandırılmasında, Pythagoras'ın “felsefe” sözcüğünü bularak, Aristoteles'in de “felsefe” sözcüğünün anlam içeriğini belirleyerek büyük pay sahibi olmalarından kaynaklanıyor.


Her ne denli başka bir çalışmanın konusu olsa da, yine yukarıdaki bilgilerden – ki daha da genişletilebilmeleri olanaklıdır – yola çıkılarak, “Thales ilk-filozof mudur? Eğer öyleyse, neden ilk-filozoftur?” ya da “Felsefe, M.Ö. 6. yüzyılda, Yunan uygarlığının sınırları içinde mi başlamıştır? Eğer öyleyse, onlardan önceki veya onlarla eş-zamanlı Babil, Mısır gibi uygarlıkların düşünsel etkinlikleri için “felsefe” adını kullanamaz mıyız?”, “Yunan felsefesi, felsefe adını verdiği etkinliği başka uygarlıklara – muhtemelen – daha doğusunda kalan uygarlıklara mı borçludur?” gibi sorulara da yanıt verilebilir.


Şimdilik, bu gibi sorulara verilebilecek en insaflı yanıtla, Diogenes Laertios'un yanıtıyla yetinilebilinir sanırım: Her ne denli Diogenes, Thales'i filozofların (philosophos) değil; ama bilgelerin (sophoi) arasına yerleştiriyor (Pythagoras ayrımı) ve ilk-felsefecinin Thales'in öğrencisi Anaksimandros olduğunu öne sürüyor olsa da(7), felsefenin kökeni konusunda şunları söyler: “Bazıları felsefe araştırmalarının barbarlarda başladığını söylerler. [...] Ama bunlar, Yunanlıların başarılarını barbarlara mal ettiklerinin farkında değiller; oysa yalnız felsefe değil, aynı zamanda insan soyu da onlarla (Yunanlılar) başlamıştır. [...] Böylece felsefe Yunanlılarda başlamıştır, zaten felsefe adının da barbar bir sözcükle ilişkisi yoktur.(8)


Thales'in, ardında yazılı bir çalışma bırakıp bırakmadığının tartışmalı bir konu olması bir yana(9), Thales'in felsefesine ilişkin ikincil antik kaynaklar da fazla değildir.(10) Bu kaynaklardan en erken döneme ait ve Thales'in felsefesi açısından en kapsamlı olanı ise Aristoteles'in Thales'e ilişkin yazdıklarıdır.(11) Nitekim, daha sonraki dönemlerde, Thales üzerine yazan yorumcular da kaynak olarak Aristoteles’i (ve öğrencisi Theophrastus’u) almışlardır.(12) En kapsamlısı Metafizik’te(13) olmak üzere Aristoteles, beş eserinde(14), yedi kez Thales’den söz eder.(15)


Aristoteles, Metafizik – I. Kitap – 3. bölümde(16), yukarıda sözü edilen felsefe tanımı bağlamında – yani, varlık olarak tüm varlığın (panta) ilk nedenlerinin (protai aitiai) ve ilk ilkelerinin (protai archai) araştırılması ve öne sürülmesi bağlamında – Thales'in, bu türde bir felsefeyi ortaya koyan ilk kişi olduğunu öne sürmüştür. Thales'e göre ilk-ilke, suydu.(17) Thales'in bu sonuca nasıl vardığı süreci üzerineyse şöyle bir yorumda bulunur Aristoteles: “Bütün varlıkların sudan can bulup, suyla beslenmelerini; ılıklığın kendisinin sudan kaynaklanmasını ve bütün varlıkların suyla yaşadıklarını görerek böyle bir varsayımda bulunmuş olabilir.”(18)


Bu noktada, Aristoteles'in Thales'ini anlamakta bize yardımcı olacağı düşünülen küçük bir hatırlatma yapılabilir sanırım. Genelde Aristoteles, bir konuya ilişkin sorgulama sürecine girmeden ve kendi görüşlerini ortaya koymadan önce, kendisinden öncekilerin o konu üzerine söylediklerini inceleme yoluna gider. Mercek altına alınacak sorunun, böylesine bir tarihsel çözümlemesi, o soruna ilişkin daha önce söylenmiş ve doğru olması muhtemel bir şeyin gözden kaçırılmasının önüne geçeceği gibi; önceki düşünürlerin, hangi noktalarda anlaşmazlığa düştüklerini de ortaya koyması bakımından, sorunun – aslında – nereden ve niçin kaynaklandığını da görünür kılacaktır. İşte bu tarihsel çözümleme ve Aristoteles'in Thales'e ilişkin söyledikleri bağlamında asıl göz önünde tutulması gerekense, böyle bir çözümlemede, Aristoteles'in, kendinden öncekilerin doğru ve tam bilgilerini veren bir tarihçi olarak değil; ama kendinden öncekilerinin bilgilerini, kendi felsefesi ve dili ışığında değerlendiren ve o bilgilerden, konutlamak istediği felsefeye birer basamak olarak yararlanan bir filozof olarak hareket ettiğidir.(19)


Yeniden Thales'e, dolayısıyla Aristoteles'e dönecek olursak, onun yukarıdaki yorumundan yola çıkılarak, Thales'in gözlem yoluyla, tüm varlığın en temel ilkesi olarak-su sonuca vardığı düşünülebilir; ne ki bu düşünce de, doğayı açıklamada doğa-dışı hiçbir yetkeye dayanmadan – örneğin mitoloji –, yine doğanın kendisinden yola çıkan bir usun etkinliği olarak-felsefe tanımıyla birleştirildiğinde, Thales'in neden Aristoteles tarafından ilk-filozof olarak görüldüğünün olası bir açıklaması olarak kullanılabilir. Yeri gelmişken şunu da eklemekte yarar var: Aristoteles, Thales'e ilişkin yorumun hemen ardından, Thales'ten önceki dönemlere uzanarak, felsefeden çok mitolojinin tarihine giren dönemlerde suya atfedilenleri de serimler.(20) Bu serimlemenin sonunda ise Thales'in neden ilk-filozof olarak adlandırıldığına bir delil olarak kullanabileceğimiz, Thales'in, ilk-ilke olarak-suyu önermesinde, kendisinden öncekilere ne denli yaslanıp yaslanmadığı konusunda şöyle bir yorumda bulunur: “Bu düşüncenin [suyun her şeyin kaynağı olması] aslında eskiye ait [ancient] ve ilksel [primitive] olup olmadığı kesin olmayabilir; ama yine de ilk-ilkeye ilişkin bu düşüncenin Thales'e ait olduğu söylenir.(21)


Thales'in ilk-ilkeye ilişkin düşüncesini böylece serimledikten sonra Aristoteles, kendi felsefesi ışığında, eleştirmeye yönelir Thales'i. Aristoteles, şeylerin neden öyle, oldukları gibi olduklarına ilişkin olarak dört-neden veya dört-açıklama (aitiai) öğretisini öne sürer. Bunlar özdeksel, biçimsel, etkin ve ereksel nedenlerdir. İşte bu dört-neden bağlamında Thales, yalnızca, özdeksel nedeni imlediğinden – Aristoteles'e göre – şeylerin değişimini açıklamada başarılı olamamıştır; çünkü bunun için etkin nedenlerin de belirlenmesi gerekmektedir.(22) Aristoteles'in Sokrates-öncesi filozoflara ilişkin yaptığı yorum ve eleştirilerin felsefe tarihi açısından büyük bir öneme sahip oldukları gerçeğinin – bir kez daha – altını çizip, bu yorum ve eleştirilere bir başka çalışmada değinmek üzere, Diogenes Laertios'un Thales ile ilgili yazdıklarına geçelim. Diogenes ile başladığımız gibi – yine – Diogenes'le noktalayalım çalışmamızı.


Bazılarına göre, ki aralarında ozan Khoirilos da vardır, ruhun ölümsüz olduğunu söyleyen ilk kişi o olmuş. [...] Ayın son gününe “otuzuncu gün” adını ilk o vermiştir. Kimilerine göre de, doğa üzerine konuşan ilk kişi o olmuş. [...] Pamphile onun Mısırlılardan geometriyi öğrenip çember içine bir dik üçgen çizen ilk kişi olduğunu ve bir sığır kurban ettiğini söyler. [...] Neden çocuk sahibi olmadığını soranlara, “Çocukları çok sevdiğim için” diye yanıt veriyormuş. Annesi onu evlenmeye zorladığında, “Daha zamanı değil” demiş. Sonra yaşı ilerleyip annesi gene sıkıştırınca, “Artık zamanı değil” demiş. [...] Hermippos Yaşamlar adlı eserinde, kimilerinin Sokrates hakkında söyledikleri şeyi ona yakıştırır. Nitekim, dediklerine göre, üç nedenden ötürü Talih'e minnet borçluymuş: “Birincisi, hayvan değil insan olduğum için; ikincisi, kadın değil erkek olduğum için; üçüncüsü de barbar değil Yunanlı olduğum için.” [...] Ayrıca ondan şu özdeyişler aktarılır: Varlıkların en eskisi tanrıdır: çünkü oluşmamıştır. En güzel şey evrendir: tanrının eseridir. En büyük şey yerdir: çünkü her şeyi içine alır. En hızlı şey akıldır: çünkü her yerde dolaşır. En güçlü şey zorunluluktur: çünkü her şeyi alt eder. En bilge şey zamandır: çünkü her şeyi ortaya çıkarır. [...] Neyin zor olduğunu sorana: “Kendini tanımak”; neyin kolay olduğunu sorana: “Başkasına akıl vermek”; neyin en tatlı olduğunu sorana: “Kavuşmak”; tanrının ne olduğunu sorana: “Başı sonu olmayan şey”; gördüğü en acayip şeyin ne olduğunu sorana: “Yaşlı bir tiran”; insanın talihsizliğe en kolay nasıl katlanacağını sorana: “Düşmanlarını daha kötü durumda gördüğü takdirde”; en iyi ve en doğru nasıl yaşayacağımızı sorana: “Başkalarında kınadığımız şeyi kendimiz yapmadığımız takdirde”; “Kim mutludur?” - “Bedence sağlıklı, ruhça becerikli, yaratılışça eğitimli olan” dedi. [...] Bilge Thales yaşlılığında bir jimnastik yarışması izlerken, sıcağın ve susuzluğun etkisiyle düşüp öldü. Mezar taşında şunlar yazılıdır: “Bilgeler bilgesi Thales'in mezarı bu: kendisi küçük; ama şanı göklere çıkıyor.” [...] “Kendini tanı” sözü onundur.”(23)


Thales'in felsefe tarihindeki önemi – yine Aristotelesçi bağlamda – her şeyin ondan oluştuğu, ondan geldiği ve yine ona dönüşeceği, kendisinden oluşan şeyler değişse de kendisi değişmeden kalan, var olan her şeyin altında yatan temel ilke olarak suyu önermesinden çok; böyle niteliklere sahip bir ilk-ilke önermesinden ileri gelir. Nitekim daha sonraları, Thales'in suyu; Anaksimandros'un apeironuna, Anaksimenes'in havasına, Pythagoras'ın sayılarına, Herakleitos'un ateşine, Parmenides'in birine, Empedocles'in dört-öğesine, Anaksagoras'ın nousuna, Demokritos ve Leukippos'un atomlarına dönüşecektir. Thales'in, insanlık tarihine kazandırdığı bu – yaklaşık – 150 yıllık ivme, Sofist akımla azaltılacak olsa da, Platon ve özellikle de öğrencisi Aristoteles, yeniden arttıracaklardır ivmeyi. Sonuç olarak Thales'in yaktığı ateşle yolunu aydınlatan insanlık, ne yaratılması ne de yok edilmesi olanaklı olan, başka biçimlere dönüşebilen; ama niceliği hep sabit kalan, var olan her şeyin kendisine indirgenebileceği, temel bir ilk-ilke olarak enerji düşüncesine kadar ulaşacaktır.


Dipnotlar


(1) Doxograph. Eskiçağ döneminde yaşamış düşünürlerin görüşlerini, yaşamlarını derleyen kişilere verilen ad (Herman Diels). Bknz. D. Laertios, Ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri, s. 9 - 12

(2) Laertios, D. Ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri. Çev. Candan Şentuna. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. (2004) - İngilizce elektronik metni için http://www.classicpersuasion.org/pw/diogenes/

(3) D. Laertios, The lives and opinions of eminent philosophers, book I - Introduction VIII - http://www.classicpersuasion.org/pw/diogenes/

(4) V. Politis, Aristotle and the Metaphysics, s. 24

(5) Kitap I (alfa), bölüm 2, 982 a23 - 982 a25 arası

(6) V. Politis, Aristotle and the Metaphysics, s. 4

(7) D. Laertios, Ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri, s. 17

(8) D. Laertios, Ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri, s. 13-14

(9) P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. 8 - Daha fazla bilgi için bknz. P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. 8-15

(10) P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. xvii - Daha fazla bilgi için bknz. P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. xvii-xxi

(11) P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. xvii

(12) P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. 29

(13) Kitap I (alfa), bölüm 3 - "Metafizik"ten yapılan çeviri ve alıntılarda, H. Tredennick ve H. Lawson çevirilerinden yararlanıldı.

(14) Metafizik, Gökyüzü Üzerine, Ruh Üzerine, Nikomakhos'a Etik ve Politik

(15) P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. xvii - Daha fazla bilgi için bknz. P.F. O'Grady, Thales of Miletus, s. xvii-xix

(16) Kitap I (alfa), bölüm 3, 983 b6 - 984 a4 arası

(17) Kitap I (alfa), bölüm 3, 983 b20

(18) Kitap I (alfa), bölüm 3, 983 b22 - 983 b25 arası

(19) J.L. Ackrill, Aristotle the philosopher, s. 10

(20) Kitap I (alfa), bölüm 3, 983 b29 - 983 b34 arası

(21) Kitap I (alfa), bölüm 3, 983 b35 - 984 a1-2 arası

(22) Kitap I (alfa), bölüm 3, 984 a19

(23) D. Laertios, Ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri, s. 20-27


Kaynaklar


(1) Laertios, D. Ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri. Çev. Candan Şentuna. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. (2004)

(2) Politis, V. (2004). Aristotle and the Metaphysics. Routledge Philosophy Guidebooks: London

(3) O'Grady, P.F. (2002). Thales of Miletus: The beginnings of western science and philosophy. Western Philosophy Serises

(4) The Metaphysics, translated by Lawson, H. Penguin classics: 2004

(5) The Metaphysics, translated by Tredennick, H. Loed classical Library: 2003

(6) Ackrill, J.L. (1981). Aristotle the philosopher. Clarendon Press: Oxford

(7) Laertios, D. The lives and opinions of eminent philosophers. Online version: http://www.classicpersuasion.org/pw/diogenes/



OLUMSAL




http://olumsal.blogspot.com