18.05.2007

Tony Soprano'nun Ölüm Deneyimi





Tony Soprano, Godfather’ı izlemiş herhangi biri için uzaktan da olsa tanıdık bir karakter. İtalyan mafyasının New Jersey kolunun “elebaşısı”. Ama Godfather’ın mafya portrelerinden farkı Sopranos karakterlerinin, onların gençken Godfather izlemiş olması ve 90'ların, sonraları 2000'lerin çok daha karmaşık ve yorucu sorunlarıyla boğuşması. Tony, sürekli özendiği ama ulaşamadığı o eski amerikan filmi tiplerindeki sessiz ve sert erkek tipini kendi çete arkadaşlarının arasında oynamak zorunda ama aslında devamlı bir anksiyete halinde işiyle ve ailesiyle ilgili olarak. Hiç bir zaman memnun edemediği annesi, ergenlik sorunlarıyla boğuşan çocukları (bir kız bir erkek), sürekli aldattığı karısı Carmela. İlk bölümünde dizinin, Tonynin garip ve çocuksu bir heyecanla kafayı taktığı, havuzunu geçici yuvaları haline getirmiş ördeklerin göç etmesiyle, bir atak geçirip bayılması onu psikoloğa gitmeye ve ilaç kullanmaya zorluyor. Ve neredeyse her bölümde kendini ve etrafındakileri, çocukluğunu, işini sorgulamasını izliyoruz; bazen psikologta, bazen konuşmalarında bazen de rüyalarında. Ben, burada, bir çok kişinin zaten yaptığı gibi dizinin fenimist, post-modern, marksist açılımlarını tartışmayacağım. Tabii , Türkiyede yaşayan biri olarak italyan stereotypelerine veya mafyanın geçip gitmiş zirve günlerine dair söyleyeceğim fazla birşey de yok. Benim bahsedeceğim şey Sopranos’un altıncı sezonunda Tony Soprano’nun komadayken gördüğü rüya ve ardından yaşadıkları. Şey diyorum, çünkü ne sinemaya psikoanalitik çözümlemeler getirebilecek durumdayım ne de teknik bir analiz. Yalnızca, hayatımda seyrettiğim en etkileyici sinema anlatılarından birini paylaşmak istedim.

66. bölümün sonunda, Tony’nin iyice bunamış amcası, yeğenini uzun süre önce ölmüş bir gangster olan “Pussy” Malinga sanarak midesinden vuruyor. 67. Bölümde Tony’nin bir otel odasında uyandığını görüyoruz. Bir bara gidip içki ısmarlıyor. Evini arıyor. Teleksekreterde ki mesaj “Merhaba ,Sopranolara ulaştınız” diyor. Bir kız ve oğlan sesi ama Tonynin kızının ve oğlununun sesinden daha ince, daha çocuksu. Tonynin ise İtalyan aksanı kaybolmuş, yürüyüşü daha farklı. Öbür gün, bir konferansa katılmak için kimliğini gösterirken farklı birinin çantası ve kimliğini taşıdığını farkediyor. “Kevin Finnerty”. Evi, karısını arıyor durumu anlatmak için ama karısının Carmela olmadığını farkediyoruz. Daha donuk, sıradan sesli birisi bu. Tony kimliğini bulmaya çalışıyor barda ve Kevin’e ulaşmaya çalışıyor çantasından çıkanlarla ama başaramıyor. Başka bir otele, Kevin ismiyle giriyor. Ve orada, yatarken, pencereden, şehrin ufuk çizgisinde bir ışık görüyor. 360 derece etrafı tarayan, bir deniz feneri ışığı sanki. Bir sonraki gün, merdivenlerden düşünce hastaneye gidiyor ve Alzheimer olduğunu öğreniyor. Barda, barmenle dertleşirken belki de gerçekten Kevin olabileceğini düşündüğünü öğreniyoruz. Odasına çıkıyor, telefona bakıyor ama ailesini aramak istemiyor. Ufukta ki ışıksa dönüp durmaya devam ediyor. Bütün bunlar olurken, Tony aslında bir hastanede yatmakta koma halinde. Arada ışıklar ve konuşmalar rüyasını etkiliyor.

Rüyasındaysa Kevin’in çantasının içinde bir el ilanı buluyor. Finnerty Aile Buluşması. Üstünde ki numarayı arayıp buluşmanın nerede olduğunu soruyor. Ufukta ki ışığın altında olduğunu öğreniyor. Ve oraya gittiğinde ölmüş kuzeni kapıda karşılıyor Tony’i. İçeri gelmesi için ısrar ediyor. Kapıda bir kadının gölgesi var, oldukça kuşkulu biçimde ölmüş annesine benziyor. O sırada ağaçların arasında bir ses duyuyor Tony. Küçük bir kız çocuğu sesi gitmemesini söylüyor Tony’ye. Tam bu sırada uyanıyor komadan.

Rüya elbette oldukça manidar. Zaten Sopranosdaki bütün rüyalar bize Tony’nin bilinç altını nelerin kurcaladığını göstermek için kurgulanmış (bir kaç defada diğer karakterlerin rüyalarına şahit oluyoruz dizide). Peki bize neler anlatıyor bu rüyası Tony’nin? Bu yazıda asıl anlatmak istediğim nokta bu olmasa da deyinmeden geçemeyeceğim.

Öncelikle, çok yüzeysel bir düzeyde, ışığı şu yakın-ölüm deneyimlerinde hep bahsedilen tünelin sonunda ki ışık olarak alabiliriz. Ama bu, dediğim gibi oldukça yüzeysel yaklaşmak olur bu rüyaya. Burda asıl üzerinde durulması gereken, Tony’nin kişilik krizi. Rüyada farklı bir Tony’le karşı karşıyayız. Aksanı İtalyan değil, daha sakin, daha dik yürüyor. Daha sağlıklı ve uyumlu görünüyor. Burada Tony’nin direkt olarak olmasa da, bilinç altında devamlı sorguladığı hayat biçiminden bir kaçış olarak, farklı bir kimliğe büründüğünü düşünüyorum. Kaçışı öncelikle kendi vücudunda yapıyor. Yetiştiği kültürü, mahalleyi ve içinde bulunduğu aileyi ve sınıfı değiştiriyor. İsmi hala Soprano ama artık daha orta sınıfa yakın. Çok daha düzgün bir hayatı var artık. Yine de bu hayatta o kadar mükemmel değil. Mesela karısını aldatmaya çalışıyor, ailesini aramayı istemiyor. Kevin ise, ehliyetinden göründüğü kadarıyla,Tony’e benziyor. Yani Tony kim olduğuyla ilgili sorunlar yaşıyor. Bir gangster mi? Bir aile babası mı? Kanun kaçağı mı yoksa iş adamı mı? Rüyasında, barda tanıştığı bir grup kişiye şöyle diyor: “46 yaşındayım. Yani, kimim ben? Nereye gidiyorum?” Kevin değil, oysa etrafında ki herkes onu Kevin zannediyor. Kevin olarak ancak bir otelde kalacak yer bulabiliyor. Kevin Finnerty’nin aile toplantısına gittiğinde de görüyoruz ki gerçek hayatta ki Tony’nin ailesinden kuzeni onu karşılıyor, bir mafya hesaplaşmasında Tony’nin öldürmek zorunda kaldığı. Oysa o Tony olduğundan rüyasının başında emin. Ama sonra Tony olduğu inancı da gittikçe çöküyor. Alzheimer teşhisi konulunca, Tony’nin çift yönlü korkusuna şahit oluyoruz. Kendisini vuran amcası gibi bakıma muhtaç, kimsenin umursamadığı, yaşlı bir “bunak” haline gelmek daha açıkçası yaşlanmak. Ve bu korkunun vücut bulduğu kişinin amcası olması, yani sert, erkeksi mafya/baba modelinin temsilcisinin bu hastalığa yakalanmasının, kendisinin de savunmasız, incinebilir olduğu anlamına gelmesi.

Daha varoluşsal bir yönden bakarsak, Tony ölüme yaklaştığını biliyor ama hayatının nereye gittiğini bilmiyor. Kendisinin ölünce kim olacağını bilmiyor. Ama Kevin’in, yani Tony’nin hayat mücadelesi veren mafya tarafının onu ölüme getireceğinin farkında. Işık ve aile toplantısı, bütün tanıdıklarının ölümünü ve kendi ölümünü simgeliyor. Ve onu oraya götüren Kevin Finnerty’nin çantasından çıkan el ilanı oluyor. Yani Tony’nin ölüm korkusu, onun da açıkça gördüğü gibi, kim olduğuyla yakından ilgili. Bir mafya babası olarak, sürekli üstünde sallanan ölüm tehtidine bir çok kişiden daha yakın o.

Benim asıl değinmek istediğim noktaysa Tony’nin hastaneden çıkmasıyla başlıyor.

Hastaneden çıkarken, onu tekerlekli sandalyeyle iten ablasına hayatının burdan sonra tamamen değişeceğini, her anının tadını çıkaracağını söylüyor. Ablası umursamıyor. Tony’se hayatın daha farklı anlarının tadını çıkarmak, sırf yaşadığını hissettiği anları yakalamak için, sık sık evinin bahçesinde oturup sessizce anın tadını çıkarıyor. Burda, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının kafası karışık ve hayattan zevk almayan kahramanı Prince Andrew’ün Austerlitz savaşında yaralandığı sırada ki düşünceleri akla geliyor. Elinde bir bayrakla savaşın bütün karmaşasının tam ortasında koşarken kafasına gelen bir kurşunla yere düşüyor ve gözlerini açınca gökyüzünü görüyor:

“Ne kadar sessiz, huzurlu ve vakur, hiç te ben koşarken ki gibi değil” diye düşündü Prens Andrew-“biz koşarken ki gibi değil, bağırırken ve dövüşürken...: bulutlar ne kadar da farklı süzülüyor bu mağrur, muazzam sonsuz gökyüzü boyunca! Nasıl oldu da ben daha önce bu azametli gökyüzünü görmedim? Ve en sonunda onu bulduğum için ne kadar da mutluyum! Evet! Hepsi kibir, hepsi yalan, o sonsuz gökyüzü dışında. Hiçbirşey, hiçbirşey yok onun dışında. Ama o bile var değil, sessizlik ve huzurdan başka hiçbirşey yok. Tanrıya şükür!...”

Tony de buna benzer düşünceler içinde. Andrew’ü değiştirdiği gibi, onu da tamamen değişterse de bu deneyim, o ilk huzuru, ilk ruh sakinliğini yakalayamıyorlar ikisi de. Ve diğerleri, aynı kardeşi gibi, bunu anlamıyorlar. Aslında farklı bir şeyin, onların yakalayamadığı ama Tony’nin farkına vardığı bir şeyin varolduğunu biliyorlar. Ama bundan hoşlanmıyor çoğu. YineTony’nin kız kardeşi, bir gün onu bir sandalyede oturmuş gölü izlerken görünce, yüzünde tiksinti ve kızgınlık dolu bir ifadeyle “Sikiyim baksana şuna orda. Bu “sandalyede oturuş şeyini” biliyorum” diyor. Bu yalnızca Tony’nin iç huzurunu kıskanmaktan ileri gelmiyor. Bu kızgınlığın bir nedeni de Tony’nin ölümün ucundan dönmüş olması. Herkes onu gömmüşken tekrar mezardan çıkar gibi uyanması komadan. Artık o etrafında ki herkese ölümü hatırlatan ayaklı bir tabela. Yaşlanmış, neredeyse çökmüş gibi. Değiştiğini söylüyor kız kardeşi ama nasıl değiştiğini söylemiyor. Söylemek istemediğinden ya da anlamadığından değil de anlamaktan korktuğundan ve bir gün eninde sonunda anlamak zorunda kalacağından. Ama şimdilik ölümle ilgili bir şey istemiyor hayatında. Tony’nin bu dramatik değişimi ve “sandelyede oturuş şeyi”yse onu hiç te beklemediği ve istemediği bir anda kendi ölümlülüğüyle yüzleşmek zorunda bırakıyor. Öte yandan onun bu dünyevi meselelerden uzaklaşmış hali ve huzuru, baştan da söylediğim gibi onu kıskandırıyor. Hem bu iç dengeyi istediği için hem de ailenin daha ruhsal ve düşünsel konulara yakın kişisi olduğu için. Kaba ve şiddet dolu kişiliğiyle Tony’nin sandalyede oturup uzun uzun uzaklara dalması onu çileden çıkarıyor.

Ve son olarak, Tony’nin hasteneden çıkmasından bir süre sonra karısı Carmela bir arkadaşıyla Paris gezisine çıkıyor. Otelinin önünde Eyfel kulesine bakarken, tepesinde ki ışığı farkediyoruz. 360 derece dönen ve deniz fenerini andıran bir ışık bu. İşte tam burda, dizinin anlattığı herşey aydınlanıyor sanki. Tony’nin koma rüyasıyla Eyfel Kulesinin ışığının benzerliği sanki rüyayı ve gerçeği ayıran herşeyi yıkıyor. Büyük bir anlam aramıyorum burada. Arasam da bulabileceğimi zannetmiyorum. Öyle küçük bir dokunuş ki bu, öyle hafif, öyle uzaktan ama aynı zamanda çok zekice ve gizemli. Yaşadığımız anların “büyülü” diye nitelendirilmesinde gerçek payı olabileceğini düşündürüyor insana. Aslında bu tam da o ölüme yaklaşılan anlarda veya yaşadığınızı o tamamen hissettiğiniz nadir, huzurlu ve sakin bir coşkuyla dolduğunuz anlarda algınızı dolduran hayat dolu “şey”lerin hissettirdiği duyguların sinemadaki en iyi anlatımı. Yani Prens Andrew’ün gökyüzüsü Tony’nin fener ışığı. Ve bizim Carmelanın gözüyle o büyülü ana şahit olmamız da Tony ve Andrewün hissettiklerinin küçük bir kısmına ortak olmamız.

Baran


Hiç yorum yok: